Likya Yolu: Işık Ülkesi'ni Adımlarken
Likya Yolu: Işık Ülkesi'ni Adımlarken

Seyahat etmenin artık bir alışkanlığa dönüştüğü günümüzde, ‘gitmek’ olgusu bireylerin yaşadığı en önemli özgürlük duygusudur. Çoğumuz mekanikleşen bir yaşamı, metropol köleliğini, kuşatılmışlığı ve tekdüzeliğin hakim olduğu bir hayatı yaşıyoruz. Standartın ve alışkanlığın kolaylığını seçiyor, giderek doğaya ve kendimize yabancılaşıyoruz. Oysa seyahat etmenin cazibesi, gizemli ayrıntılarla dolu uzakları ve yeni insanları tanımanın zenginliği hiç bir şeyle kıyaslanamaz. Diyelim ki işlerin, aşkın, hayal kırıklıklarının canınızı acıttığı günlerin birinde, bahar geldi zamansızca. Ne yaparsınız? Beklenilmeyen ve hazırlanılmamış bir yolculuk ateşi düşmez mi içinize? Bu kez değişik bir ‘yol’dan söz edeceğiz size. Eşyalarınızı toplayıp, haritaları önünüze serip sizi büyük kentlerden kaçıracak planları yaptıktan, aracınıza atlayıp uzun mesafeler katettikten sonra, tam menzile ulaşma duygusunu yaşadığınızda, ‘yeni başlayan’ bir yol bu.
Yine böyle gitmelerden birinde, Kaş çevresini dolanırken ‘Likya Yolu’ tabelalarıyla karşılaşıyorum. İçimi yeni bir heyecan dalgası kaplıyor. Araştırmaya ve bilgi toplamaya başlıyorum. Rastlantının zenginliği karşıma Barış Doğru ve Metin Yeğin’i çıkarıyor. Bir ekip oluşturup hazırlıklara başlıyoruz. Likya Yolu; Garanti Bankası’nın düzenlediği “Geleceğe Dört Işık” yarışmasının çevre dalında ödül kazanan projesi. Projeyi hazırlayan İngiliz vatandaşı Kate Clow. Baştan sona uluslararası işaret sistemi ve tabelalarla belirlenmiş olan güzergah, 650 km. ile Türkiye’nin ilk işaretlenmiş en uzun trekking rotası unvanını taşıyor. Tarihi ve doğal güzelliklerle bezenmiş parkur, eski göç yolları üzerinden geçiyor. Ölüdeniz-Ovacık’tan başlayan patika, Akdeniz’in gizli koylarından yüzlerce metre yükseklere tırmanıp, sizi gizemli Likya kentlerinde ağırlayarak, Antalya ili batı girişindeki Sarısu Mahallesinde sona eriyor.
Şafakta yürüyüşe başlıyoruz. ‘Montana Tatil Köyü’ sapağındaki tabela bize kılavuzluk ediyor. 1969 m. yüksekliğinde heybetli Baba dağının eteklerindeki patikadan yavaş yavaş yükselmeye başlıyoruz. Ölüdeniz’in kartpostallara fotoğraf verdiği bu noktadan manzara müthiş: Suyun turkuazdan derinlere doğru lacivertleşen tonu, Ölüdeniz’in altın rengi hilalinin arkasındaki hayalet adalar, ötelerde Fethiye körfezinin adeta göl halindeki silüeti...1000 m. dolaylarında Karaağaç, sonrasında Kirme ve öğlene doğru Faralya’ya varıyoruz. Barış bir ağaca tırmanıp bize muşmula ziyafeti çekiyor. Kelebekler vadisine hakim bir uçurumun kenarına oturup özgürlüğün ve doğanın tadını çıkarıyoruz.
Öğle molasının ardından hedefimiz Kabak Koyu. Bir tarafımızda çam ağaçları, diğer yanda Akdeniz, patikada ilerliyoruz. Belen mezrasındaki çiçek tarlası büyüleyici, Barış fotoğraf makinesine sarılıyor hemen. Gün batmaya yüz tutarken, ağaçların arasından bakir Kabak Koyu görünüyor. Denizin tarifsiz mavisi güneşin kızıllığını iştahla yutarken, serin sularda bedenlerimizi dinlendiriyoruz.
Sabah, ağaçların arasındaki dik ve zorlu patikadan üç saatte Alınca’ya çıkıyoruz. Kartalçimen tepesinden kuşbakışı baktığımızda, güneşi yansıtan dalgaların kıyıya vuruşunu ve ağaçların arkasına saklanmış kumsalı görüyoruz. Muhtarın oğlunun çay davetinin ardından, Akdeniz’in yalnız koylarından Balartlı kumsalı ve Yediburunlar eşliğindeki manzarada yürüyüşümüze devam ediyoruz. Dağların arasına saklanmış ikiz lahitleriyle ünlü Sidyma antik kentini dolaşıp Bel mahalesindeki boş bir evin terasında geçiriyoruz geceyi.
Üçüncü günün sabahı yorgun uyanıyoruz. Yola koyuduktan bir süre sonra Pydnai ve Patara kumsalı gözlerimizin önüne seriliyor. Az sonra Özlen çayının buz gibi sularındayız. Okaliptüs ağaçları arasında kumla kaplı bir yoldan ilerleyerek, Likya’nın kutsal kentlerinden biri olan Letoon’a ulaşıyoruz. Kendisini kovan çobanlardan intikam almak için onları kurbağaya çeviren Leto’nun tanrılar tanrısı Zeus’tan olan ikizleri Apollon ve Artemis’in tapınakları yan yana. Sonrasında bir başka Likya kenti Xanthos... Kent, halkının özgürlüğe canları pahasına olan düşkünlüğüyle tanınıyor. Ataları Lukkalılar gibi savaşçı bir kavim Likyalılar.
Bol sivrisinekli ve uykusuz bir gecenin ardından, Xanthos’a su taşıyan arkın üzerinden tekrar yola koyuluyoruz. Zamana inat hala ayaktaki üç su kemerinin arkasından, zakkumlarla süslenmiş patika bizi İnpınar’a, köylülerin deyişiyle ‘suyun gözü’ne ulaştırıyor. Binlerce yıl öncesinden kalan 1,5 m.yüksekliğinde, 12 m.uzunluğundaki bu su tünelinin hala sulama amacıyla kullanılması şaşırtıyor bizi. Tarihin gizemli güzelliğine dokunuyoruz...
Ertesi gün Akbel’den başlayan yürüyüşümüz, çiçekler ve makiler arasından Kalkan koylarının eşsiz görünümüyle sürüyor. Yüzlerce yıl önce, Patara kentine su getirmek için ortası delik kaya blokların birbirine geçmesiyle yapılan Delikkemer’i görünce şaşkınlığımızı gizleyemiyoruz. Suyun engebeli araziyi ‘basınç odaları’ tekniğini kullanarak aşması çok ilginç. Güneşi, bizi serinletemeyen sığ sularıyla Patara kumsalında batırıyoruz.
Yeniden deniz seviyesinden yükseklerdeyiz. Köylülerin yazın yaylaya çıkmak için kullandıkları eski göç yolundan, Kalkan ve 18 km. lik Patara kumsalını arkamıza alarak döne kıvrıla ilerliyoruz. Yaylaların serinliği bizi güneşle dost kılıyor. Bezirgan köyünün girişinde, Likya lahitleri formunda ve çatıları üçgen biçimindeki tahıl depoları ilgimizi çekiyor. Kültürel birer anıt niteliğindeki bu tahıl ambarlarının en önemli özelliği, hiç çivi kullanılmadan ahşap parçaların birbirine geçmesiyle yapılmış olmaları.
Kaputaş sahiline inen vadiyi teğet geçip, Sarıbelen üzerinden Gökçeören’e yol alıyoruz. Yüzyıllardır yalnızlığı yaşayan görkemli bir lahit hemen yanıbaşımızda. İlerdeki ağılın sahibi Hüseyin Dayı’nın konuğu olup, kızı Fatma’nın becerikli elleriyle yaptığı ayranları yudumluyoruz. Gökçeören köyünün girişinde, soğuk sularıyla serinlediğimiz kuyuların yanında, çadırımızdayız artık.
Bugünkü hedef Kaş. Hacıoğlan deresi vadisinden defne ve sandal ağaçları arasında, kekik kokuları eşliğinde Eren Tepe’sine tırmanıp, katırtırnaklarıyla süslenmiş bir patikadan Phellos’a varıyoruz. Altımızda Çukubağ yaylası, ilerdeki tepelerin ardında sonsuz maviliğiyle Akdeniz bize gülümsüyor. Rahat bir inişle ulaştığımız tepede, doğa muhteşem bir harita sunuyor: Kaş, Çukurbağ yarımadası, Limanağzı koyu, Meis, irili ufaklı sayısız ada, Kalkan açıkları, İnceburun ve Uluburun.
Bir günlük dinlenme, dostların sıcaklığı ve yeniden yolculuk... Limanağzı’nın gündelik konukları henüz gelmemiş. Akdeniz’in maviliği eşliğinde, kayalıkların keskin yüzeyinde kıyı kıyı ilerliyoruz: Çoban plajı, Ufakdere, dünyanın en eski batığının çıkarıldığı Uluburun... Üzümlü koyuna geldiğimizde, kayaların içinden çıkan bir palmiye ağacı ve tepede gözüken kelebek biçimindeki kale dikkat çekiyor. Keskin kayalıklardan sonra nihayet traktör yolundayız. Boğaziçi köyündeki Apollania antik kentini geziyoruz. Kentin köylülerin tapulu malı olması şaşırtmıyor bizleri!. Hızla inişe geçiyoruz. Sıçak yarımadasının kalbinde saklanan Aperlai antik kenti biri denizin içinde olmak üzere sayısız kırık dökük lahite ev sahipliği yapıyor. Belli ki burası da Kekova gibi depremlerle sular altında kalmış. Yarımadanın diğer tarafındaki restaurantta gece için konaklıyoruz. Ayın parlaklığından ve kurbağa seslerinden uyuyamıyorum.
Teknelerin hayli kirlettiği denizi ve keçiboynuzu ağaçlarıyla karşılıyor bizi Üçağız. Gözlemeli kahvaltı sonrası Teimussa’yı geziyoruz. İleride Simena kalesi olanca heybetiyle yükseliyor. Yeniden yollardayız. Öğle sıcağı Barış’ı isyan ettiriyor. İleride gördüğümüz küçük su birikintisinde serinlemesini öneriyorum. Tuzlu olduğunu söylediği suyun, aslında Gökliman koyunun boynuz şeklindeki uzantılarından biri olduğunu farkedip, bedenlerimizi kızgın güneşten, ayaklarımızı ayakkabılarımızın zulmünden bir süre kurtarıp denizin kollarına atılıyoruz. Istlada harabelerine kadar bir çoban köpeği kılavuzluk ediyor bize. Çakıl plajından karşıdaki Andriake ve Çayağızı kumsalı görünüyor. Yol tam kumsala geldiğinde 180 derece dönerek yukarı tırmanmaya başlıyor. Bitkin bir halde kahinler kenti Sura’ya geliyoruz. Söylenceye göre, deniz suyu dolu bir kuyuya şişlere geçirilmiş etlerle gelen kişiler ellerindekileri kuyuya atarlar; kahinler de, etleri yemek için su yüzüne çıkan balıkların cinsine ve davranışına göre kişinin geleceğini söylerlermiş.
Bir sonraki gün Likya’nın görkemli kentlerinden Myra’yı dolaşıp, seralar diyarı Demre’den ayrılıyoruz. Artık yolculuğun en zorlu kısmı başlıyor. Issız patikaları izleyerek, 1700 m. rakımlı Gonca tepeye çıkıp tekrar deniz seviyesine ineceğiz. Kutluca’dan tırmanmaya başlıyoruz. Yükseldikçe Demre çayı ve ovası belirginleşiyor. Sarp bir vadideki Alakilise harabesinin yorgun gövdesinde dinleniyoruz biraz. Yol, yanmış makiler, meşe palamutu ve katranağaçları arasından hatırı sayılır bir eğimle tırmanıyor. Yorgunluğa inat Papazkaya’yı arıyoruz alacakaranlıkta. Burası 43 kaya merdivenle çıkılan, kartalları kıskandıracak yükseklikteki küçük bir mağarada yüzyıllar önce inzivaya çekilen bir papazın mekanı. Artık kafa fenerlerini takıp son gücümüzle Goncatepe’deki kuyuyu bulmaya çabalıyoruz. Şanslıyız, çobanlarla karşılaşıyoruz. Belki de dünyanın en güzel çayını ikram ediyorlar bize. Közde sucuk eşliğinde sohbeti koyulaştırıyoruz.
Sedir ormanı içindeki patikayı bir kaç kez kaybettikten sonra, Karlıöz zirvesinin altındaki Şahintepe mevkiinde inanılmaz bir manzara soluğumuzu kesiyor: Kızlarsivrisi, Gelidonya Feneri, Kekova ve Demre. Işık Ülkesi Likya’yı anlatan kitapların hiçbirinde adı geçmeyen Belos harabelerindeki sırttan, Beymelek dalyanı, Demre ve Kekova’yı selamlayıp, portakal diyarı Finike’ye giriyoruz.
Ertesi sabah, Mavikent ayrımında, pencereleri sardunya saksılarıyla süslü ahşap evlerin arasından başlıyor yürüyüş. Çam ağaçlı asfalt bir yoldan Papaziskelesi’ni ve sevimsiz sitelerle dolu Karaöz köyünü geçip, doğanın armağanı Korsan Koyu’nda denize giriyoruz. Fıstıkçamları arasından devam edip Gelidonya Feneri’ne ulaşıyoruz. Burası Antalya körfezinin en batı noktasındaki Yardımcı (Taşlık) Burnu. Fener bekçisinin oğlu Mustafa, kırk yıllık dost gibi karşılıyor bizleri. Ağaçların gölgesindeki çardağa matlarımızı seriyoruz. Mustafa feneri yakıp köyüne dönüyor. Sözcüklerin yetersiz kaldığı bir atmosferi yaşıyoruz. Duyulan sadece rüzgarın fısıltısı... Karşımızda Beşadalar kararırken, güneş renk cümbüşleri yaratarak denize kavuşuyor. Keşke zamanı durdurabilsem...
Denizden doğacak güneşi görüntüleyebilmek için erkenden kalkıyoruz. Masalımsı görüntüsüyle feneri arkamızda bırakarak yükseliyoruz. Markiztepe zirvesi nefis bir panorama sunuyor: Finike, Beydağlarının doruğu Kızlarsivrisi, koyu mavinin giderek turkuaza dönüştüğü Akdeniz... Kireçtaşı tepeler ve sanki denize düşüverecekmiş gibi görünen keskin yamaçlardan ilerliyoruz. Sağımızda Suluada görünüyor, bir çeşmenin başından Adrasan sahiline bakıyoruz. Yay biçimindeki kumsalda henüz yapılaşma başlamamış. Musa Dağı çıkışı tüm enerjimizi tüketiyor. Sık molalarla geldiğimiz bir kamp yerindeki kuruyan pınarlar moralimizi bozuyor. Harabelerin bulunduğu yerden, ilerideki günlerin durağı Tahtalı Dağı’nı seyrediyoruz. Ve sonunda Olimpos... Çıralı kumsalında tüm yorgunluğumuzu atıyoruz. Yine güneşi denizde batırıp, yıldızlara merhaba derken, uyku tulumlarımıza giriyoruz.
Sabah yola koyulduğumuzda, iki alternatif patika çıkıyor karşımıza. Önce kıyı boyunca ilerleyen patikayı seçip, diğerini bir gün sonra denemeyi kararlaştırıyoruz. Tekirova’ya kadar Akdeniz’in maviliği ve Üçada bize eşlik ediyor. Bir başka Likya kentinde; kayalık bir yarımadanın çevresinde savunulması çok kolay üç doğal liman üzerine kurulmuş Phaselis’teyiz. Asfaltın kenarındaki tabeladan patikaya giriyoruz. Portakal bahçeleri, incir ve nar ağaçlarıyla süslenmiş bu yol, Şeytan kayalıklarının kenarından Kuzdere’ye getiriyor bizi. Likya’nın kuzeye açılan kapısı Kesme Boğaz’da ilerleyip, eski Roma köprüsünün altından Kesme Çay’ın buz gibi sularına atıyoruz kendimizi.
Yeniden Çıralı’dayız. Eski zamanlarda gemilere yol gösteren ikinci yanartaşın bulunduğu sırttan kumsalı seyrediyoruz Dere yatağından Ulupınar’a, üzüm bağları arasından tırmanarak Yukarı Beycik’e geliyoruz. Yorgunuz ama devam ediyoruz yola. Son su kaynağı sarnıçtan mataraları doldurup, çam ormanı içindeki patikaya yöneliyoruz. Bitki örtüsü kayboluyor, çıplak ve taşlı bir arazide ilerliyoruz. Dik yamaç bir türlü bitmiyor, en iyisi zirve inadından vazgeçip bir kar kuyusunda gecelemek.
Güneşin ilk ışıklarıyla uyanıyoruz. Ve 2366 m. lik zirveye doğru yola koyuluyoruz. Şanslıyız, hava nemli olmadığından manzara olağanüstü: Antalya’dan Gelidonya Fener’ine kadar tüm körfez, daha ileride Finike, arkamızda Kızlarsivrisi ve Alakır Çayı vadisi, kuzeyde Dedegöl dağları, doğuda Bolkarlar ve Aladağlar’ın haşmetli dorukları... Denizden doğan güneş, dağı bir alev gibi sarıyor. İnişte Çukuryayla’ya yerleşmiş göçerlerle karşılaşıyoruz. Dağın bu bölümünü ormandan kiralamışlar, kekik topluyorlar. Sedir ağaçlarının egemenliği yeniden başlıyor. Yaylakuzdere’den sonra traktör yoluna giriyoruz. Günü Gedelme’deki bir alabalık çiftliğinde bitiriyoruz.
Göynük yolunda bol iniş-çıkıştan sonra Gölbastı yaylasına geliyoruz. Henüz kimsecikler yok, sessizliğin ve yeşilliğin tadını çıkarıyoruz. Dere yatağından Göynük vadisine giriyoruz. Akarsu yatağından gitmek hoş olur diye düşlerken, suyun küçük şelalelerle balkonlar yaptığını görüyoruz. Son tırmanış noktasında tüm vadi önümüze seriliyor. Geceyi pansiyonda geçiriyoruz.
Son günümüz... Göynük deresinden başlayıp önce Delikdağ, ardından Elmayani çeşmesine varıyoruz. Tırmanış son derece yorucu, sanki toprak ayağımızın altından sürekli kayıyor. Yine birkaç kez işaretleri kaybettik. Sarıçınar vericisinin bulunduğu tepeden Antalya ve Kemer’i seyrederken Ahmet Dayı’nın ikram ettiği adaçaylarını yudumluyoruz. Son 5 km.yi traktör yolundan inip Hisarçandır’a giriyoruz. Rota bu noktada iki alrenatif sunuyor. Pisidya Kültürel Rotası’na bağlantı yapmak isteyenler Çitdibi-Karabel-Geyikbayırı güzergahını takip eebilirler. Biz Üçsöğüt Yaylası-Gedeller-Onabara Antik Kenti üzerinden Sarısu otobüs durağı parkurunu seçiyoruz. Artık düş bitti...
Sözcükler bazen yaşanılanı ifade etmede yetersiz kalıyor. Yalnızlığı, dinginliği, doğayı, dağların kekik toplayıcılarını, Likya ülkesinin gizemini, Tahtalı’nın zirvesini, Akdeniz’in maviliğini hissedebilmek için bu eşsiz serüveni sizin de yaşamanız gerekiyor.
Ersin Demirel